Pazar, Şubat 25, 2007

TERAKKİ?



Japonya için mütevazi sayılacak,12 katlı İsetan Alışveriş merkezinden-Kyoto




Küçük bir çocukken, asr-ı saadete neden asr-ı saadet dendiğini anlayamazdım. Okuduklarımdan gördüğüm, fakr-ü zaruret içinde yaşadıkları, çoğu zaman açlıktan karınlarına taş bağladıkları idi. Saadet bunun neresinde?.. diye düşünüyordum. Demek o zamandan, maddi terakkinin, teknolojik gelişmenin maksud-u bizzat olduğu propagandası bende tesirini göstermiş.Çocuk aklım nereden bilebilirdi, mahz-ı saadetin Allah ve Resulüne yakın olmak olduğunu.Onunla (a.s.m.) aynı zaman ve mekanı paylaşmanın,Çarşıda pazarda Ona rastlamanın,Dilediğinde gidip müşkülünü arzedebilmenin,Dinini ilk elden öğrenebilmenin,Soru ve sorunlarına cevap olarak ayet-i kerime inmesinin,Onunla omuz omuza cihad etmeninSelamını almanınYemeğini paylaşmanınNamazını Onun (a.s.m) arkasında kılmanın ,saadetin ta kendisi olduğunu nasıl bilebilirdim?Şimdi de bazı çocuk akıllılarımız saadetin, dahası hizmetin maddi terakkide olduğunu sanıyorlar. İyi yemek, iyi barınak, iyi binek elbette Allah'ın güzel nimetlerindendir. Hayırlısı ile istenir. Verildiğinde baş-göz üstüne kabul edilip,en güzeli ile şükrünü edâ etmenin yoluna bakılır. Ama maksûd-u bizzat olamaz. Ne fert için ne cemaat için..Her iki durumda da dünya umûru gerektiğinde her an vazgeçilebilecek bir yerde ve değerde olmalı. Hele de dinden verip dünya almak..Alışveriş lerin en korkuncu neûzu billah..
"Benim âyetlerimi, az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin. " Bakara Sûresi, 2:41.'
''Evet, hakiki terakkî ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sâir kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık hususi bir vazife-i ubûdiyet ile meşgul olmaktadır. Yoksa, ehl-i dalâletin terakkî zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek; ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakkî değil, sukuttur.''Sö zler:291





Gelişmiş Batı ülkeleri gibi,Japonların da,
bu dünyevi terakkiye rağmen,sigara-alkol
tüketimi ve intihar oranında,geri kalmış ülkelerden bir hayli ilerde oldukarını yerinde gördük..

Etiketler:

Cumartesi, Şubat 24, 2007

''ŞÜKR''E DE ŞÜKÜR GEREK!

Şu masum güzellik bir huzur ve şükür vesilesi olmazsa..




Şükür için ne gerek?
Önce ihtiyacını farketmek gerek. Zira nice, henüz tanımlamadığımız ihtiyaçlarımız var ki taraf-ı İlahîden mükemmelen karşılanıyor. Her birini keşfetmek demek, yeni şükür kapıları demek..Nimete mazhar olduğunda görecek göz, sevecek gönül gerek.
Şu hercâi menekşeyi, bu bebek yüzünü,o çileği, çiçeği, yürüyebilmeyi, yutkunabilmeyi, hissedebilmeyi, düşünebilmeyi... ..Takdir edecek,duyabilecek hâsse gerek. İyilikten anlayacak fıtrat gerek.Teşekkür edebilme duygusu gerek..Bu duyguları; şükür cihâzâtını, geliştirilmek üzere mahiyetimize çekirdek olarak koyanı bilmek gerek..Şükretme kabiliyetinde yarattığı için de şükür gerek..Şükre şükür gerek..Şükredebilmek için de eni-konu insan olmak gerek..
''Evet, Kur’ân-ı Hakîm, nasıl ki şükrü netice-i hilkat gösteriyor. Öyle de, Kur’ân-ı kebîr olan şu kâinat dahi gösteriyor ki, netice-i hilkat-i âlemin en mühimi şükürdür. Çünkü, kâinata dikkat edilse görünüyor ki, kâinatın teşkilâtı şükrü intaç edecek bir surette, herbir şey bir derece şükre bakıyor ve ona müteveccih oluyor. Güya şu şecere-i hilkatin en mühim meyvesi şükürdür. Ve şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulâtın en âlâsı şükürdür. Çünkü, hilkat-i âlemde görüyoruz ki, mevcudat-ı âlem bir daire tarzında teşkil edilip, içinde nokta-i merkeziye olarak hayat hâlk edilmiş.Şükrün mikyâsı kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir... Şükürsüzlüğün mizanı hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram-helâl demeyip rast geleni yemektir.Hem şükrün envâı var. O nevilerin en câmii ve fihriste-i umumiyesi, namazdır. Hem şükür içinde sâfi bir iman var; hâlis bir tevhid bulunur..
-Allahım, bizi şükredenlerden eyle-rahmetinle, ey Erhamürrâhimîn.
Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin." Bakara Sûresi, 2:32.
- Allahım! Şükredenlerin ve hamd edenlerin efendisi olan, Efendimiz Muhammed’e ve bütün Âl ve ashabına salât ve selâm et. Âmin.
''
Şükür Risalesi'nden
''Şükre çalışın, ey Davud hânedanı! Doğrusu, kullarımdan şükredenler pek azdır.'' Sebe: 13"Hâlâ şükretmezler mi?" Yâsin Sûresi, 36:35, 73. "Şükredenleri elbette mükâfatlandıracağız." Âl-i İmrân Sûresi, 3:145. "Şükrederseniz nimetimi elbette arttırırım." İbrahim Sûresi, 14:7. "Yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol." Zümer Sûresi, 39:66.
3 "Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?" Rahmân Sûresi, 55:13.

Etiketler:

Perşembe, Şubat 22, 2007

ŞEYHLER-MÜRİTLER,ABİLER-KARDEŞLER ve BEDİÜZZAMAN'I DOĞRU ANLAMAK


Üstad Bediüzzaman Hz.den Bize Kalanlar (1)




Müridler,Şeyhlerine ( kardeşler abilerine) karşı kayıtsız şartsız, sarsılmaz bir teslimiyet ve itaat içinde mi olmalı?
Yoksa, Hakkın hatırını her hatırdan üstün tutarak doğruya doğru, yanlışa yanlış mı demeli?
Şeyhine ( veya abiye) muhabbet; gerekirse ve ihtiyaç olursa onu açık bir yanlıştan alıkoymak şeklinde de anlaşılabilir mi?
Eleştirel bakabilmeyi zor da olsa değerli bir emanet, bir vecîbe gibi üstlenmek nasıl olur?
Meselâ Zübeyir Ağabey gibi durup; ( meâlen) '' Üstadım, Risale-i Nur'la ters düşerseniz, elinizi öper ama ben Risale-i Nurla yoluma devam ederim'' demeye ne dersiniz?
Mürid olmak; aklını şeyhinin cebine koymak demek midir? Her ne dese hikmet saymak mıdır?
Mesleğimiz tarikat olmadığı için bilemiyorum.Ama,bizde''Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlât, şeyh ile mürid mâbeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz halîliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üssü’l-esası, samimî ihlâstır.''ağabeylik-kardeşlik ilşkisi söz konusu olduğuna göre,kardeşler,ağabeylerin,şahıslara,şahsi temayül ve tavizlere olan hüsn-ü zan ve şefkatle yaklaşım ve sözlerini risale-i nur süzgeçlerinden geçirmek yerine her ne pahasına olursa olsun tevilemi çalışmalıdır?
Bediüzzaman Hazretleri, sevgili Üstadımız ölçüyü ne güzel koymuş:
''Hiçbir müfsid, "Ben müfsidim" demez, dâima sûret-i haktan görünür, yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez "Ayranım ekşidir." Fakat, siz mihenge vurmadan almayınız. Zîra, çok silik söz, ticarette geziyor. Hatta, benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip, tamamını kabul etmeyiniz; belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın; mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbde saklayınız, bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz. Münâzarât, ss. 47-49.
Cenab-ı Allah, kavramların karmakarışık, değerlerin altüst olduğu, ahir zamanın müthiş şahıslarının zuhur ettiği, dünyevileşmenin diz boyu olduğu, doğru ile yanlış arasındaki mesafelerin kalktığı şu zor zamanda, aczimize merhameten, Risale-i Nur nimetini lütfetmiş. Tâ ki en selâmetli ve kestirme yoldan, Kur'anın asrımıza bakan öğütlerini massedelim, hayatlarımıza tatbik edelim.
Aşağıdaki soruların cevaplarını arayarak daha aktif bir okuma gerçekleştirmeliyiz diye düşünüyorum:
Üstad Bediüzzaman Hz.den Bize Kalanlar (2)



Kimseleri Allah'ı sever gibi sevip, Allah'tan korkar gibi korkar mıydı?
Üstadımız dünyayı nereye, ahireti nereye koyuyordu?
Sürekli imana vurgu yaparken ne tür bir imanı kastediyordu?
Neden âzami iktisatla yaşamıştı?
Neden,Medresetüzzehra ideali için kullanırsın,bu milletin hizmetine en iyi sen harcarsın, ne olur kabul et diye,Said Halim Paşanın, bütün mal varlığını bağış teklifine''Beni dünyaya çağırma, ona geldim fena gördüm...''diye cevap vermişti.?
Neden şark umûmi vaizliğini kabul etmemiş, bu şekilde dine daha iyi hizmet ederim, bu mevkileri ben doldurayım hesabı içine girmemişti?
Kimlere Allah için buğz etmiş, bayrak açmıştı?
Deccal ile herhangi bir pazarlığa girmiş, sulh yapmış mıydı? Ona yakın durmaktan (hâşâ) din adına medet ummuş muydu?
Hoşgörüsü sınırsız mıydı? Neleri hoşgörür, neleri ise asla hoşgörmezdi?



Eğer biz elimizdeki nimetin kıymetini bilip sahip çıkmazsak, herbirimiz risaleleri bütün olarak okuyup anlama sorumluluğunu üstlenmezsek, birileri onu istediği gibi evirir çevirir, tanınmaz hale getirir de ruhumuz duymaz. Üstüne bir de alkışlarız...


Üstad Bediüzzaman Hz.den Bize Kalanlar(3)

Etiketler:

Pazar, Şubat 18, 2007

AYETLER VE HADİSLERDEN DEN(2)

Japonya;Osaka Kulesinden..

"Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler." İbrahimSûresi,14:3.

Bu asrın bir hassası şudur ki, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani, kırılacak bir cam parçasını baki elmaslara bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş. Ben bundan çok hayret ediyordum. Bugünlerde ihtar edildi ki, nasıl bir uzv-u insanî hastalansa, yaralansa, sair âzâ vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar. Öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı ve zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı insaniyede derc edilen bir cihaz-ı insaniye, çok esbapla yaralanmış, sair letaifi kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmaya çalışıyor. Hem nasıl ki bir cazibedar sefihane ve sarhoşane şâşaalı bir eğlence bulunsa, çocuklar ve serseriler gibi, büyük makamlarda bulunan insanlar ve mesture hanımlar dahi o cazibeye kapılıp hakikî vazifelerini tatil ederek iştirak ediyorlar. Öyle de, bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaiyesi öyle dehşetli, fakat cazibeli ve elîm, fakat meraklı bir vaziyet almış ki, insanın ulvî latifelerini ve kalb ve aklını nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor. Evet, hayat-ı dünyeviyenin muhafazası için, zaruret derecesinde olmak şartıyla, bazı umur-u uhreviyeye muvakkaten tercih edilmesine ruhsat-ı şer’iye var. Fakat, yalnız bir ihtiyaca binaen helâkete sebebiyet vermeyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki, küçük bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umur-u diniyeyi terk eder. Evet, insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfatla ve iktisatsızlık ve kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr u zaruret, maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerait-i hayatın ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalâlet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celb etmiş ki, ednâ bir hâcât-ı hayatiyeyi büyük bir mesele-i diniyeye tercih ettiriyor. Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur’an-ı Mucizü’l-Beyânın tiryak misâl ilaçlarının naşiri olan Risale-i Nur dayanabilir ve onun metin, sarsılmaz, sebatkar, halis, sadık, fedakar şakirtleri mukavemet edebilir. Öyleyse, herşeyden evvel onun dairesine girmeli, sadakatle, tam metanet ve ciddi ihlas ve tam itimadla ona yapışmak lazım ki, o acip hastalığın tesirinden kurtulsun. Umum kardeşlerimize birer birer selam ve dua ediyoruz..Kastamonu Lahikası:73-74

Ahiretin varlığına ;
Geceden sonra sabah, kıştan sonra yaz geleceği kat'iyetinde inanan biz müslümanlar,ahiret hayatını daha önemli ve öncelikli görseydik;
Âhirete; ''dünya veremedik, âhiret alır mıydınız'' muamelesi yapmazdık.
Davranışlarımıza kişisel gelişim uzmanlarının görüşlerine göre balans ayarı yapmak yerine, kendimize Kur'an ve sünnet ölçülerine göre çeki düzen verirdik.
Ticarette ister alan, ister satan taraf olalım her ne durumda ve her ne pahasına olursa olsun kazanan taraf olmaya azmetmezdik.
Çocuklarımızın iyi okullar okumaları için gösterdiğimiz gayretin onda birini ulûm-u dîniyeyi kazanmaları için sarfederdik.
Ogün orada önce nelerden sorguya çekileceğimizi öğrenip, önce o soruların cevaplarını hazırlamaya bakardık.
Değil bir farzı, belki âdâp nev'inden bir sünneti dünyanın hiç bir menfaatine değişmezdik.
Kendimize soracağımız; ''Bunun hesabını verebilir miyim? ''sorusuna ''evet'' cevabı vermeden hiç alışveriş yapamazdık.
Zaman savurganlığında bunca cömert olmaz, her giden günün ardından ''sermayem azalıyor'' endişesini yaşardık.
Kimse bizi sorguya çekmeden önce ağzımızdan çıkmaya çalışan her sözü önce öz denetimden geçirirdik.
Oturup gerçek yatırımın ne olduğu üzerine daha fazla kafa yorardık.
Kadınlar kocalarına daha itaatli, kocalar eşlerine daha şefkatli olurdu.
Komşularımızın bizden hiçbir şikayeti olmazdı.
Amellerimizde niyetlerimizi derinden derine sorgulardık.
Namazlarımız kaça göçe olmaz, Kur'an kitaplığın en üstünde öylece beklemezdi. Her an öğütlerini bize ulaştırmak üzere evin en işlek odasında hemen ulaşılıverecek bir yerde yerini alırdı.
Âhiret hayatı, hayatımızda daha öncelikli olsaydı dünya hayatımız daha mutlu, iç âlemimiz daha zengin,daha huzurlu, insanlığımız daha derinlikli olurdu.
İnsanlara, sahip oldukları menkul- gayri menkullere göre değil, ilimlerine, takvalarına , ahlâklarına göre değer verirdik.
Semayeyi bütün bütün tüketmeden, Allah kendimize çeki düzen vermeyi nasip etsin inşaallah.

Van;Muradiye Şelalesi ve Asma köprüsü

Etiketler: ,

NE GÜZELDİR!

Sultanahmet,Ayasofya Camileri ve Topkapı Sarayı

Ucunu bucağını bilemediğimiz, hayal dahi edemediğimiz şu alemin hikmeti sonsuz, rahmeti sonsuz, kudreti sonsuz olan Mâlikine abd olmak, îtibarlı bir misafiri olmak ne güzeldir.

Öyle ki;
Kimsenin görmediği yerde sizi görür,
Fısıdamaya dahi tâkâtiniz olmasa O sizi duyar,
Herkes sizden vazgeçse O gözden çıkarmaz,
Kimse elinizden tutmasa, O sizi düştüğünüz yerden kaldırır,
Her zaman sığınabilirsiniz; ''bu kadar yeter!..'' demez..
Siz kendinizden ümit kesseniz bile O sizden vazgeçmez,
Kimsenin hatırlamadığı yerde o asla unutmamıştır,
Çünkü sizi , bizi hepimizi yaratandır.Bunları bilmek ne güzeldir..

Öyle ki;
Rabbim herşeyde ve her şe'ninde bu muhabbeti gösterir;
Türlü çeşit ihtiyaçları gözeten,her çeşit ikramlarında,
Merhametkâr tasarrufunda
Kâinatı bunca güzel yaratmasında,Her çiçekte,Her yavruda,Her zerrede
Nereye baksak tezâhürü apaçık görünen bir muhabbetle yaratılmış olmak ne güzeldir.

Yaratılmış olan herşey ile bu muhabbet noktasında buluşmak, Allah için, Allah adına sevmek ne güzeldir.
Bu sevmede sevdiğini kaybetmek yoktur,
Çünkü sevdiren bâki,
Veren bâki
Menba bâki..

Bir beşer olarak hatâdan hâli olmadığını, ama tevbe kapısının son dakikaya kadar açık tutulduğunu bilmek ne güzeldir.
Kur'an gibi ezeli ve kudsi bir kelâma muhatap olmakla şereflenmiş olmak, her neye ihtiyacın olsa orada bulabileceğini bilmek dünyalara değişilmeyecek kadar güzeldir.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen o şefkatli Pegamberin (a.s.m.) ümmetinden olabilmek ne güzel bir şereftir.
Onunla kevser havuzu başında buluşabilme hayali ne tatlı, şefaatini ümit etme ne güzel bir lezzettir.
Onun mülkünde hiçbir yerde hakiki çirkinliğe rastlanamaması, herşeyin gerisine mutlaka bir güzellik yerleştirmiş olması ne güzel bir tasarruftur.
Şu etten kemikten vücuda bunca güzel ve zengin duygunun takılması ne güzel mucizedir.
Hiçbir hakkın zayi olmayacağını, hiçbir zulmün karşılıksız kalmayacağını bilmek ne güzel tesellidir.

Yaşamak ne güzeldir O'nun mülkünde.. Ölmek îmanla..Dirilmek sonra sevinçle kimbilir ne güzeldir



Buğday ekip,Gelincik Sürpriziyle karşılaşan Doğuda Bir Köylü ve Tarlası

Etiketler: ,

TAVAF?

Ramazan Ayında,Öğle sıcağında,en sakin tavaf anı
Tavâfın hikmet ve sırlarını bilemiyorum.
Ama düşünüyorum da;

Cenab-ı Allah, tavafta, her zaman müracaat edebildiğimiz, yönelebildiğimiz ‘’ benim Rabbim’’ den ‘’ Alemlerin Rabbi’’ne bir parça da olsa intikal etmemizi istemiş olabilir.

'’Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım isteriz’’ demenin hakikatini zerrelerimizde hissetmemizi istemiş olabilir.

O yalın ayak dönmede, Ulûhiyeti karşısında tezellülümüzü, aczimizi idrâk etmemizi istemiş olabilir.

Müslümanların aynı mânâ etrafında, aynı yöne yönelip dönmesini istemiş olabilir.

Bu dinin kendi başına ve sâdece vicdanlarda yaşanacak bir din olmadığını, ancak diğerleri ile birlikte ve hayatın içinde olması gerektiğini anlamamızı istemiş olabilir.

Özellikle gündüz yapılan tavaflarda, daha çok Allah’ın Rahmet ve merhametini tahattur ve ümit etmeyi tercih eden biz müslümanlara azametini,ateşini hissettirip, havf-reca dengesini kurmamızı istemiş olabilir.

Anne babalarının omuzlarında uyuklayarak tavâfa iştirak eden bebekleri görüp içimizin kıpır kıpır olmasını, çocuklar için ayrı, ebeveyneleri için ayrı dua etmemizi istemiş olabilir.

Müslümanların hâlinden haberdar olmamızı, meselâ, eşini, arkadaşını veya grubunu kaybetmemek için seni itip geçen kardeşini anlamanı istemiş olabilir.

Başlarındaki hocaların duâlarını tekrar edip dönen gruplara karışıp, dualarına ‘’amiiin Allahümme amin’’ dememizi istemiş olabilir.

Belki de itaatimizi böylece ifade etmemizi istemiş olabilir.

Benim duâmı herzaman işittiği gibi şu etrafımdaki binlerce insanın duâsını da aynı anda işittiğini düşünüp, hem çok özel, hem de çok sıradan olduğumu görmemi istemiş olabilir.

Ubûdiyetimizi tâ derinlerde hissetmemizi de istemiş olabilir.

Rabbim daha çok tavaflarda daha çok sırlarına ermeyi nasip etsin herbirimize İnşâallah.

Etiketler: ,

Cumartesi, Şubat 10, 2007

BAK,KİTAB-I KAİNATA



Güneş her sabah doğar ve her akşam batar. ( şimdilik )
Ama her seferinde heyecanla beklersiniz, ben bu filmi görmüştüm demezsiniz.
Neden?.....( eşimin yorumu: çünki ne sen aynı sen, ne o aynı film değil.. )

Bulut işte ,hep oralarda ,yukarıda ( bazen aşağıda veya hemen yanında )
Ama akıp gidişi hep güzel hep yeni,
Neden?...

Yeter ki eline geçsin yıldızlı bir gece, kim eğdirebilir başını yere?

Hilâl hâli ayrı güzel, dolunayken ayrı güzel ayın doğuşunu beklemek, ilk sefermişçesine, Neden?...

İlkbahar geldiğinde yeşil hayatın rengidir, hayattır.Bu, dersiniz dünyanın en güzel hâli.
Buğdaylar sararıp açıklı koyulu,ipeksi bir görünüşle ufuklara doğru uzandığında tarlalar, hele bir de ikindi güneşi vurmuşsa güzellik tanımınız değişiverir. Sarı olgunluğun rengi.
Sonbahar renkleri çeşitlilikte baharla yarışır.Güneşli bir sonbahar günü kızıl yapraklar henüz dökülmeye başlamışken ve güneşle tutuşmuşken yedi göllere yolu düşenler ne demek istediğimi anlarlar.

Ya şu resimdeki gibi karın paklığı,güneşle ( illâki hep güneş, sevgili güneş ) parlaması..hepsinden başka.




Başınız dönmüş olarak seneyi bitirirsiniz ve bu böylece sürer gider ( şimdilik )
Hangisi daha güzel karar veremezsiniz.
Neden?...

Nasıl bir ihtiyaca cevâp verir bütün bunlar, hiç dinmeyen, yeter demeyen?
Cisme ekmek ve su gibi.
Namazın ruha âb-ı hayat, kalbe gıda, latîfelere hava-i nesîm olması gibi.
Muhabbetullâha yolculuk..

Rabbinizin rahmet eserleri dört mevsim dünyanızı doldurduğunda kanatlanan yüreğinizi teskin etmenin bilinen, denenen en etkili yolu; Mâşaallah, Lâ ilâhe illalâh, Elhamdülillâh söylemektir.

Bâzıları birtürlü görmez, söylemez neden?

Etiketler:

Çarşamba, Şubat 07, 2007

YETİM-ÜL ULEMA VE ASRIN SAHİBİ

Doğubeyazıt'ın simgesi haline gelen,İshak Paşa Sarayı 2004 Haziran



''Yetim-ül Ulema''tabirini İsmail Lütfü Çakan'dan duydum (Dost TV, Hadis dersleri)
Yetim-ül ulemâ..
Yâni ulemâsız kalmış millet.. Asıl yetimlik budur, dedi Hoca haklı olarak.Babasız çocuklar gibi hâmisiz, sıkıntıda, tehlikelere açık milletler..
Ben de kendi kendime sordum:Acaba ilim öğrenmek, herbirimiz için ne kadar öncelikli? (ilimden,din ilimlerini ve âlim deyince de din âlimlerini kastediyorum )En asgarisinden, her mü'mine farz olduğu bildirilen miktardaki ilmi,haram ve helalleri doğru dürüst biliyor muyuz?Allah-ü âlem, sayıları hiç de çok olmayan gerçek âlimler şu toplumda ne kadar îtibar görüyor,dahası görüldüklerinde tanınabiliyor, teşhis edilebiliyorlar mı?Çocuklarımızın âlim olabilmesi,kaçımızın hayâlini süslüyor? Mevcut eğitim sistemi içinde böylesine bir hayâlin kurulabilme şansı ne kadar?
Hoca anlattı; Bir zamanlar, bir yerde hadis dersi olduğunda, dersi, hocaya yakın bir yerden dinlemek isteyenler, bir gün öncesinin ikindisinden camiye gidip,geceyi de orada geçirirlermiş. İlme öylesine bir rağbet..
Bugün de geceden sıraya girilen kuyruklar var ama kuyruğun ucunda çok başka şeyler oluyor...Yine o zamanlar bir yere yetişmek için, kestirmeleri kullanarak, hızlı hızlı giden bir genç görülse, mutlaka hadis öğrencisidir, diye hükmedilirmiş. .''Gençliğim eyvah!...''

İşte cehaletin diz boyu olduğu böyle bir zamanda, ihtiyacımızın şiddetinden, bize merhametinden Risale-i Nurları bu zamanda ihsan etmiş Rabbimiz. Öyle ki bir sene ciddiyetle tahkikî olarak okuyan, zamanın önemli bir âlimi olabilir,diyor asrın sahibi..


''Eski zamanda, büyük zâtlar demişler ki: ’Mütekellimînden ve ilm-i kelâm ulemasından birisi gelecek, bütün hakaik-i imaniye ve İslâmiyeyi delâil-i akliye ile kemâl-i vuzuhla ispat edecek.'' Ben istiyorum ki, ben o olsam, belki o adamım..(HAŞİYE: Zaman ispat etti ki, o adam, adam değil, Risale-i Nur’dur. Belki ehl-i keşif Risale-i Nuru ehemmiyetsiz olan tercümanı ve nâşiri sûretinde keşiflerinde müşahede etmişler, "bir adam" demişler. ) Şualar:152

''Evet, zorlukla beraber kolaylık vardır'' İnşirâh:6



Van Gölü,gurub vakti,fakat Erek Dağından Ay doğuyor..öndeki karaltı,vazifesini yapmış,Horhor Medresesini bağrında saklayan,Van Kalesi..

Etiketler:

Salı, Şubat 06, 2007

KUR'ANA MUHATAP OLABİLMEK




Mütekellîm-i Ezelî olan Rabbimiz, tenezzül edip bize hitâb etmiş.Bu durumda o hitâbla şeref-yâb olan bizler, o hitaba nasıl lâyıkı ile muhatap olabileceğimizi de ciddiyetle düşünmeliyiz.

Bunun için Kur’an nâzil olmadan önce muhatap olacak olan toplumun nasıl bir hazırlık evresi geçirmiş olduğu bize fikir verebilir.Bu konuda düşündüklerimi şöyle özetleyebilirim.
Bedii sanatlarla iştigal etmek suretiyle, latîfeleri işletip, güzeli görünce teşhis edebilecek bir hâl kesbetmek iyi bir alt yapı sağlayabilir.
Kur’an âyetlerini hayata geçirebilmek için müracaat ettiğimizde hemen bulabileceğimiz şekilde lafzını, hiç değilse manasını hafızamızda kayıt altına alabilmek için hafıza egzersizleri yapmak uzun dönemde çok işe yarayabilir.
Efendimizin (a.s.m.) hayatının, Kur’anın yaşanmış tefsiri olduğunu unutmamak, o tefsiri çokca okumak lâzım.
Kur’an ilk nazil olduğunda Peygambere (a.s.m.) eşlik eden o seçkin insanlar topluluğunun hayatlarına, şahsiyetlerine, büyüteç tutmak, yani sahabe hayatlarını okumak, insanı Kur’anı okumak-anlamak-yaşamak husûsunda gayrete getirebilir.
‘’İllâ da Kur’an’’ diyebilmenin ön koşulu ‘’önce ahiret’’ demek olmalı.
Kâl ile istiğfar etmenin yanısıra fiili istiğfar nev’inden hayatından müzahrefat ve mâlâyâniatı uzaklaştırmak, alıcılarını parazitlerden temizlemek, bizi işgal eden şeyleri fayda ve hikmet eleklerinden geçirmek olmazsa olmaz diyebiliriz. Mesela kulakların, gözlerin, hayalin, aklın, ruhun vs. istenmiyen girdilerden korunması bir nevi oruç tutturulması, bunların herbirinin Kur’andan gelecek mesajlar için açık ve temiz tutulması önerilir. ( sanırım bu nedenle Ramazan, Kur’an ayıdır.)
Kur’an ve kâinat kitabı mutlaka birlikte okunmalı.
Âyetlerin inişini tetikleyen olayların kaderî olarak belirlenmiş olma sürecini kendi hayatlarımıza bir tür tatbik ederek tam da ilgili ayetin öğütüne ulaşabilmek için ihtiyaç anlarımızı kollamak sonuca daha çabuk götürebilir.
Bize ulaşan bir Kur’an öğüdünü hayatımıza yerleştirme temrinlerini düzenli olarak yapmak, bir seferde çok ayet okumaktan daha işlevsel olabilir.
Bu yoldaki her çaba; bir fazilet medeniyeti gerçekleştirme ve kulluğu geliştirme-derinleştirme amacına yönelik olmalı.
Bütün bu hazırlıkların ve iyileştirme çalışmalarının kendisini de daha iyi anlamaya hizmet edecek olduğu Risale-i Nur külliyatını dikkatle ve devamla okumak, Kur’anı anlamak konusundaki en büyük güvencemiz.
İşte bu konuda bir paragraf:
O Kur’ân’ın zaman-ı nüzulunu istihzar ile, o semâvî hitabı hüsn-ü istikbal etmek için Ramazan-ı Şerifte nefsin hâcât-ı süfliyesinden ve mâlâyâniyat hâlâttan tecerrüt ve ekl ve şürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzemek ve bir surette o Kur’ân’ı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitâbât-ı İlâhiyeyi güya geldiği ân-ı nüzulünde dinlemek ve o hitabı Resul-i Ekremden (a.s.m.) işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrâil’den, belki Mütekellim-i Ezelîden dinliyor gibi bir kudsî hâlete mazhar olur. Ve kendisi tercümanlık edip başkasına dinlettirmek ve Kur’ân’ın hikmet-i nüzulünü bir derece göstermektir
Mektubat;390

Etiketler:

Pazartesi, Şubat 05, 2007

ASR-I SAADETTEN(2)












Mescid-i Nebevide,Kur'an Okuyan,Okurken uyuklayan Masumlar

Dost TV de hayatü's sahabede dinledim.
Hz. Ömer halifeliği sırasında, dışarıda gezerek ümmet-i muhammedin durumuna muttali olmaya çalıştığı bir gece çocuk ağlama sesi duymuş. Sesin geldiği eve izin isteyerek girmiş ve görmüş ki bir kadın ateşin üstünde içinde sadece su olan bir tencereyi karıştırmakta, bir köşede de bir kaç çocuk ağlamakta. Çocuklar açlıktan ağlamaktadır ve kadın da sanki tencere de bir şey varmış gibi çocukları oyalamakta, uyumalarını beklemektedir. Gördüğü bu manzara Hz. Ömer'i ağlatır.
Hemen gidip sadaka sandığından bir çuval içine yiyecek ve giyecek bir şeyler doldurarak sırtlanır. Yanında bulunan sahabe kendisitaşımak istese de izin vermez;
'' Bunların hesabı benden sorulacaktır, ben taşımalıyım diyerek '' çuvalı çocukların ağlaştığı eve kadar taşır. Getirdiği malzemeden kendi eli ile bir yemek yapar. Yemeği yaparken ateşi üflemekte ve bu sırada sakalı arasından dumanlar çkmaktadır. Yemek pişince yine elleriyle çocuklara yedirir ve onlar yemeklerini yerken vahşi hayvan taklitleri yaparak çocukları güldürmektedir. Neden böyle yaptığını soran sahabeye ; '' Onları ağlarken gördüm, gülerken de görmeliyim''

İşte kafirlere karşı şiddetli, mü'minlere şefkatli Hz. Ömer..
İşte ahirete ve hesap gününe gözü ile görür derecede inanan bir müslüman idareci..

Etiketler: ,

Pazar, Şubat 04, 2007

DUA EDEN ADAM...


Dua eden adam bilir
Birisi var ki;
Hem herşeyi görür, duyar
Hem herşeye kâdir, gücü yeter
Hem sonsuz Rahmet ve merhamet sahibi

Dua eden adam duasını eder ve bekler;
Bilir ki duası kayda geçti
Kendisi için en münasip, en menfaatli şekilde işleme kondu.

Dua eden adam bilir;
Hiç bir zaman yalnız değil, kimsesiz değil, çaresiz değil.

Dua eden adam emindir ki
Duası milyarlaca, her lisandan, her canlıdan arşa yükselen dualar arasında kendisininki kaynamaz, kaybolmaz.

Dua eden adama duâdan ziyade ne lazım gelir, kulluğunu doyasıya yaşamak için?

"Meselâ, esbâba teşebbüs, bir duâ-i fiilîdir. Esbâbın içtimâı, müsebbebi icad etmek için değil, belki lisân-ı hal ile müsebbebi Cenâb-ı Haktan istemek için, bir vaziyet-i marziye almaktır. Hattâ çift sürmek, hazîne-i rahmet kapısını çalmaktır. Bu nevi duâ-i fiilî, Cevâd-ı Mutlakın isim ve ünvânına müteveccih olduğundan, kabule mazhariyeti ekseriyet-i mutlakadır.
İkinci kısım, lisân ile, kalb ile duâ etmektir; eli yetişmediği bir kısım metâlibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gàyesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Duâ eden adam anlar ki, birisi var; onun hâtırât-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder. İşte ey âciz insan ve ey fakir beşer! Duâ gibi hazîne-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medârı olan bir vesîleyi elden bırakma. Ona yapış; âlâ-yı illiyyîn-i insaniyete çık. Bir sultan gibi, bütün kâinatın duâlarını kendi duân içine al, bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumi gibi "iyyake na'büdü ve iyyake nestaiyn"Ancak,Sana ibadet eder, Senden yardım isteriz. (Fâtiha Sûresi: 5.) de, kâinatın güzel bir takvîmi ol."Sözler, Sayfa 288

Etiketler:

DÜŞÜNDÜREN AYET VE HADİSLER



Magosa,Lala Mustafa Paşa Camii


Şu ayet,
''Onlar hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu İsa’yi Allah’ın yanı sıra rab edindiler.Oysa onlar sadece tek bir Tanrıya kulluk etmekle emrolunmuşlardı. O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.'' Tevbe:31

Ve bu hadis;
Peygamberimiz bu âyeti şöyle açıklamıştır: “Onlar hahamlarına ve rahiplerine ibadet etmediler. Fakat hahamları ve rahipleri birşeyi onlara helâl kılınca helâl sayiyor, haram kılınca da haram sayıyorlardı.” (Tirmizî, Tefsir 9:10.)

Beni sarstı!..

Kimi âyetleri okuduğumuzda, ''bu geçmiş kavimleri anlatıyor, bizimle bir ilgisi yok'' diye düşünüyor muyuz? Mesela yukarıdaki âyet ile ilgili olarak ''benim hahamlarla da, rahiplerle de işim olmaz..'' mı diyoruz?

Ama âyetin açıklaması mahiyetindeki hadisi okuyunca sözkonusu tehlikenin hiç de bize uzak olmadığını görüp dehşet aldım!..

Hayatimizda Allah'ın helal kıldığını haram gibi gösteren, veya haramlara helal rengi veren kişi ve kuruluşlar var mı? Bizim üzerimizdeki etkileri nelerdir? Bazı ehl-i ilmi tahkik etmeden taklit etmek bizi nerelere götürebilir? Gerçek ehl-i ilim avamın kayıtsız şartsız hüsn-ü zannını kabul etmedikleri gibi; (Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.'' Bediüzzaman, Münazarat, s.49)
biz, avâmın da cehlimizi mazeret gibi görme- gösterme lüksümüz yok!..Herkes dinin gereklerini, Allah'ın, hayatın her alanına dâir hükümlerini bilmek ve müraat etmek sorumluluğu var.

Durup derin derin düşünmemiz gerekiyor.

Öte yandan bir kez daha âyâtı doğru anlamak noktasında hadislerin ne denli olmazsa olmaz olduğunu gördüm. Rabbim cümlemizi sennet-i senniyyeye ittibaa muvaffak etsin.


Bir zamanlar bizde olan,Budin Kalesi

Etiketler:

YAŞLILIK















Merhum Babamız(yaşlılık nimetini tam yaşamadan vefat etti)

Yaşlılık nedir?

Gençliğin lüzumlu-lüzumsuz telaşlarının geride kalmasıdır.

Çocukların kendi ayakları üzerinde durması,

Böylece ertelenip durmuş bir sürü ilgiye, etkinliğe zaman bulunmasıdır.

Hayatı parça parça değil bir bütün olarak görme zamanıdır.

Kâinata bakmanın öğrenildiği, âhirete iştiyâkın arttığı bir dönem..

Şefkatin,duyguların anası olarak öne çıkmasıdır.

Hayatında taşların yerine oturması,belirsizliklerin son bulmasıdır.

Nasıl büyüdüklerini acemilikten pek de anlamadığın çocuklarının çocuklarını tadına vararak sevebilme imkânıdır.

Senelerdir biriktirdiğin girdilerin işlemden geçmesi,sen olması,tavrın,tarzın olmasıdır.

Kimsenin görmediği içindeki çocukla,çocukça bakmak dışarıya..

Gafletten ayıltan aklara rahmet..

Dünya ile ukbâ arasında durup;

Her iki tarafa da rızâ ile, muhabbet ile teveccühtür..

Sağlık da eşlik ediyorsa henüz..

Nûrun alâ nûr..

İşbu yaşlılık da nimettir.Vücut gibi,gençlik gibi..

Etiketler:

ŞEAİR



Mescid-i Nebevide,Bir iftar anı


Şeâirin hafife alınması veya tağyiri; geçmiş ve gelecek zamanları da içine alacak şekilde Âlem-i İslâmı ilgilendiren bir mesele olduğu için, günahı, şahsi günahların önüne geçebilir. Tıpkı şeâirin korunması şahsî farzlardan önemli olduğu gibi.

Şeâirin terki, kalbin takvasını yitirmesinden ve vicdan-ı umuminin bozulmasından haber verir. İşte delillerim:


''İşte bunlar Allah’ın açıkladığı hükümlerdir. Kim Allah’ın belirlediği nişanlara(şeâire) saygı gösterirse, hiç şüphesiz ki bu kalplerin takvâsındandır. ''( Hacc:32)

''Herbir şeâir bir hoca-i dânâdır(âlim, bilgili); ruh-u İslâmı dâim enzâra ders veriyor. '' ( Sözler:672)

''Buna dair bir düstur-u hakikati beyan etmek lâzım. Şöyle ki:
Nasıl "hukuk-u şahsiye" ve bir nevi hukukullah sayılan "hukuk-u umumiye" namıyla iki nevi hukuk var. Öyle de, mesâil-i şer’iyede bir kısım mesâil, eşhâsa taallûk eder; bir kısım umuma, umumiyet itibarıyla taallûk eder ki, onlara "şeâir-i İslâmiye" tabir edilir. Bu şeâirin umuma taallûku cihetiyle, umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa, onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O şeâirin en cüz’îsi (sünnet kabilinden bir meselesi) en büyük bir mesele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umum Âlem-i İslâma taallûk ettiği gibi, Asr-ı Saadetten şimdiye kadar bütün eâzım-ı İslâmın bağlandığı o nuranî zincirleri koparmaya, tahrip ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler, düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hataya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa titresinler!'' ( Mektubat: 385)

''Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire de taallûk eden sünnetlerdir. Şeâir, adeta hukuk-u umumiye nev’inden, cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur. Bu nevi şeâire riyâ giremez ve ilân edilir. Nafile nev’inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.'' ( Lem'alar:58)

''Bilirsiniz ki, ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız İslâmın şeâirini tahrip ediyorlar. Öyleyse, zarurî vazifeniz, şeâiri ihyâ ve muhafaza etmektir. Yoksa, şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. '' (Mesnevi-i Nuriye: 87)

''..şeâirler kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi..'' ( Kastamonu Lahikası: 28)

Elimizi vicdanımıza koyup bir güzel ve yeni baştan düşünsek... diyorum.

Etiketler: